İnceleme

Ljósbrot (When The Light Breaks/Gün Doğarken) Vizyonda!

Dünyanın en çok ödül alan kısa film yönetmeni olarak dikkat çeken 47 yaşındaki İzlandalı yönetmen Rúnar Rúnarsson’un son uzun metraj filmi Ljósbrot (When The Light Breaks/Gün Doğarken) bu hafta ülkemizde vizyona girdi. Bu filmi vizyon öncesi Filmekimi’nde de izleme şansı bulmuş olan sinemaseverler olabilir ama izlemediyseniz şimdi tam sırası. Bu sene Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olan bu yapımı ülkemizde Bir Film dağıtıyor ve ben de basın gösteriminde izleme fırsatı buldum. 

Rúnarsson Cannes’ın müdavimlerindenmiş: Önce “Anna” ve “2 Birds” adlı iki kısa filmi Cannes’a seçilmiş ve sonra ilk uzun metrajlı filmi Volcano’nun prömiyeri de 2011’de Cannes Directors’ Fortnight’ta yapılmış. Sparrows adlı uzun metraj filminin 2015’te San Sebastian Golden Shell’i kazanması ve Echo adlı uzun metrajının da Locarno 2019’da prömiyerini yapmasının ardından, yine son filmiyle Cannes’a dönmüş.

Runarsson, Cannes’daki söyleşide, tüm filmlerinde sadece siyah ve beyaz uçları değil, hayatın “gri alanlarını” da göstermeye çalıştığını söylemiş ve eklemiş: “Seyircinin gerçeklik duygusu hissetmesini istiyorum. Günlük yaşam sadece en iyi ve en kötü anlar değildir. Aradaki her şeydir… gri tonlara bakarsanız, duyguları ve hayatı keşfetmeye başlayabilirsiniz.”

Rúnar Rúnarsson Ljósbrot’ta, sert bir olayla olgunlaşmak durumunda kalacak olan 20’li yaşlarda gençleri merkezine alıyor. Kamera çoğunlukla sevgilisi Diddi’nin ani ölümünün hemen ardından adeta boğulmuş gibi bir ruh haline bürünen sanat öğrencisi Una’yı yakın plan takip ediyor ve genele baktığımızda da yaşanan ani bir kayıp üzerine, devam etmekte olan günün herkes için hem ne kadar uzun, hem ne kadar kısa, hem ne kadar tuhaf olduğunu dokunaklı bir şekilde hikayeleştiriyor yönetmen.

Una ve Diddi aslında üniversiteden çok yakın arkadaşlar ve birlikte çalıp söyledikleri bir müzik grupları var. Aşkları ise bir sır. Ortada bir de Klara var. İki kadın, arkadaşlarının toplu yası nedeniyle garip bir şekilde bir araya geldiklerinde, karşılıklı kayıp duygusu her türlü itirafın ya da açıklamanın önüne geçiyor. Rúnarsson’un filmi, ölümün geride kalanlar arasında kurduğu hızlı bağların duyusal bir keşfini yaşatmaya çalışıyor bize. Hikayesi tek bir güne yayılan ve 70 küsür dakika kadar süren bu film, çok sade bir anlatıma sahip. Aslında uzunca bir kısa filme benziyor diyebilirim. Yönetmen, bir kahramanın kişisel krizinin samimi içselliğini İzlanda’nın ışığı ve manzarasının keskin ihtişamı ile birleştirebiliyor. İki sevgili minimum diyalogla, akşam güneşinde eve dönüp birbirlerinin kollarında uykuya dalarken adeta seyirciyle de dürüst, dokunsal bir ruh bağı yakalıyor.

Diddi ve Una sonsuza kadar birlikte olmak istiyorlar. Birlikte geleceği konuşuyorlar, bebek sahibi olmaktan bahsediyorlar. Fakat feci bir tünel yangını onların kıyameti oluyor. Una ülkece yaşanan bir trajedide kendi yerini bulmak zorunda kalacaktır ; trajedinin toplumsal bir etkisi de vardır, onun ise kişisel ve yersiz yurtsuz bir terk edilmişlik ve yalnızlık duygusu vardır ve bunu köreltebileceği hiçbir yer bulamaz. Gün ilerledikçe, arkadaşları, ailesi ve yalnızlığı arasında sürüklenir. 

Klara ve Una ister istemez bir araya geleceklerdir ve belki de kederlerinin eşit yoğunluğu, aralarında bir tür manyetik güç olacaktır.

Bir gün batımından ertesi günün batımına…Kısacık bir zamanda tepetaklak olmuş hayatlar… Rúnarsson’un sade senaryosu deprem etkisi yaratacak yüzleşmelerle ya da izleyicinin katarsis beklntisiyle ilgilenmiyor, film bunun yerine daha çok kısa öykü anlatımı gibi geçici farkındalıklar ve belirsizliklere alan açıyor. Bu da filme, böylesine ciddi bir hikaye olmasına rağmen başlangıçta beklenmeyen bir yumuşaklık katmış. Aslında her şeyin değiştiği ve net bir geleceğin hemen ortaya çıkamadığı bir günün sade bir dramatizasyonu haline geliyor film. Una ve Klara birbirlerinde, en azından şimdilik, puslu havada tutunacak bir şeyler buluyorlar. Bir gün batımı daha yaklaşıyor ve belki de onu yalnız izlemek istemiyorlar. “Yarın uyanmak tuhaf olacak,” diye düşünüyor Klara. “Ne yapacağını biliyor musun?” diye soruyorlar birbirlerine o boşlukta salınırken. Bir yasın eşiğindeler ve her şey çok bulanık.

Filmin orijinal adı Ljósbrot, ışığın kırılması anlamına geliyor. Yönetmen şiirsel ve yan anlamları olan film isimlerinin onu heyecanlandırdığını söylüyor ve ışığın kırılmasını “görebilmemiz için gerçekleşen şey” olarak da tanımlıyor bu film için. Yönetmen İzlanda’da filmi çektiği yere has güneş ışığının güzelliğinden çok iyi şekilde faydalanmış teknik açıdan ancak dediği şekilde düşündüğümüzde filme bambaşka anlamlar da katan bir isim bu.  Rúnarsson görsel hikaye anlatımında olağanüstü bir dokunuş sergiliyor: hikayeyi güneşin denizin dalgalarında yarattığı parıltıları takip ederek muhteşem bir gün batımıyla noktalıyor, filmin içinde kelimelerin aktaramadığını aktarmak için aynaları, pencereleri, hatta tünelin içindeki ışıkları mükemmel bir şekilde kullanıyor. Filmdeki tüm müzik seçimleri de yerli yerinde ve etkileyici. Özellikle gençlerin neşe ve kederinin o yüksek iniş çıkışlarını tek seferde özetleyen büyüleyici bir dans sekansında müzik harika bir şekilde kullanılmış. Filmin geneline yayılan “Jóhann Jóhannsson – Odi et Amo” ise yas acısını içimize işler nitelikle…(Odi et Amo, hem nefret ediyorum hem aşığım anlamına geliyor ve esasen Romalı şair Catullus’un sevgilisine yazdığı bir ağıt şiir.)

Yönetmenin tam da istediği şekilde, katarsisten uzak, acı bir olayı yaşamak durumunda kalanların ensesinin dibinden olan biteni izlermişçesine, aynı duyguları deneyimlermişçesine takip edeceğiniz bir film arıyorsanız, Gün Doğarken size göre.

Melis Zararsız

Bir yorum gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir