Kendini Tanıma Yolculuğunda Sanat: Yalçın Konuk ile Söyleşi
Yalçın Konuk kimdir? Müzikle ilişkiniz nasıl başladı?
Belçika’da doğup büyüdüm. İlkokul, ortaokul ve lisenin bir kısmını orada okudum. Sonra Anadolu’ya geldim. Annemler göçmen işçiydi Belçika’da. Avrupa’da çalışmış olan göçmenlerin çoğu beş altı yıl çalışıp dönme fikriyle gitmişlerdir Avrupa’ya ama çocuklar doğduktan sonra uzayan bir süreç haline gelir ve yurda geri dönülmez. Bizimkiler erken dönebildiler. Benim Türkçe’m neredeyse hiç yoktu. Liseyi burada tamamladım. Sonra Hacettepe Üniversitesi İşletme bölümünü bitirdim, ardından Birleşmiş Milletler’den burs kazanıp Fransa’da Master of Science okudum ve bitirdim. Türkiye’ye döndüm. Askerliği bitirdikten sonra İstanbul’da pek çok farklı işte çalıştım. Çocukluğumdan beri müzikle uğraşmak sevdası çok vardı içimde. Yedi yaşında Belçika’dayken radyoda dinlediğim şarkıların nakaratlarını beğenmeyip kendimce yeniden yapardım. Bu benim çok hoşuma giden bir oyundu. İstanbul’daki özel sektör tecrübelerinden sonra artık kendim bir şeyler yapmak istedim. Şanslıyım ki doğru insanlarla biraraya geldim. Bu çok büyük bir lütuf. Kayıt yapmaya başladım profesyonel olarak. Onlar kullanılmadı başta, sonra 2012’de ilk albümümü çıkarttım. Kusur Güzeldir adlı bir albüm yaptım. Söz ve besteler bana aitti. Kayıtları yaklaşık üç yıl sürmüştür ve bu süreçte stüdyo kaydı nasıl yapılır onu kendi kendime öğrenmiş oldum. Albümün yapımcısı benim, müzik direktörü benim. Çok değerli arkadaşım Tolga Tümözen de aranjmanı üstlendi sağolsun. Müziğe profesyonel olarak bu şekilde atıldım. Çok kısa süren bir sahne hayatım da oldu. Gece hayatını çok seven bir insan değilim. Gece üçlerde dörtlerde eve dönmek hiç bana göre değil, bunu anladım. Hayal Kahvesi’nde birkaç konser verdim o zamanlar. Şehir dışında da konserler oldu ama çok uzun sürmedi. Bir sonraki albüm 2016’da çıktı. Aslında 5 parçalık EP idi. Tüm parçaların kliplerini de ben çektim.
Eserlerinizi nasıl anlatırsınız, oldukça farklı temalar işliyorsunuz, konsept çalışmalar var.
Çok hızlı bir şekilde albüm çıkartmak istedim son son. Kreatif anlamda sanatla ilgili oyunlar oynamayı seviyorum. Dinlemeyi sevdiğim müzikleri yapmak istiyorum. Trendlere bakarak üretim yapmak istemiyorum. Genlerimde ne varsa onları keşfetmekten zevk alıyorum. Sanat vasıtasıyla çok farklı şeyler yaratabileceğimizi düşünüyorum. 4 albüm çıkardım. Peşisıra albümler de çıkacak. Dinlediğim müzikler, bambaşka ruhlar ve janrlar aslında ama hepsi beni sarmalıyor, bu çok hoşuma gidiyor. Her birinin bir hikayesi var tabii. Gezginlik çok hoşuma gidiyor ve bunu müzikle birleştirmeyi seviyorum. Anadolu’yu dolaştığım zaman oralarda hissettiğim duyguları müzikle nasıl ifade edebilirimi sorguluyorum. Albümleri bunun için araç olarak kullanıyorum. Anatolian Mirages, Anadolu Serapları, mesela bir Selçuklu eseri karşısında hissettiğim duyguları müzikle nasıl ifade edebilirimin cevabı benim için. Urban Chronicles da aynı şekilde, büyük bir şehir, özellikle bildiğim bir şehir olarak İstanbul ya da Hong Kong, böyle büyük bir şehirde o karmaşanın içerisinde hissettiklerimin ifadesidir yine. Pulsephoria ise tamamen benim yazın dinlemek isteyebileceğim, 50’lerin 60’ların sinemasına çok referansları olan bir albüm oldu. Sürekli dinlenebilecek ve yazı hatırlatacak sesler ve müzikler var orada. Oraya trip-hop da dahil ettim. Baroquian adlı albümüm de klasik müzik sevgimle ilgili, Vivaldi, Bach, bunları çokça dinlemiş olmanın getirileri ve bunların 300-400 yıl önce yapılıp hala bizim dinleyip duygulanacağımız parçalar olmaları çok garip; zamansızlık çıkıyor ortaya. Şiirler vardır aynı şekilde. Bu da öyle bir yolculuktur. Orada da 17. yüzyılda yaşamış Floransalı bir ressam hayal ettim. Avrupalı gezginler İstanbul’a gelip şiir yazar, kitap yazar, resim yapar, ben ressam düşledim ve o on parçanın tablosunu da yapmayı denedim, bunu kendim için yaptım. İyi bir şeyi olabildiğince saf haliyle nasıl yapabilirimin derdindeyim. Müzik yolculuğumun bu evresinde desteklerini esirgemeyen plak şirketim On Air Music’e, Burak Demirsaran’a ve Beyza Cumbul’a ne kadar teşekkür etsem azdır.

Son single’ınız olan Le Soleil Noir’dan bahsedelim biraz da, film noir hayranı olarak çok sevdik bu serüveni.
Hikaye üzerine kurduğum bir albüm yine. Film müziği yapmak çok heyecan verici bir şey ama ortada bir film yokken bunu yapmak… İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris’ini hayal ettim ve 60’larda çekilmiş bir film hayal ettim. Jacques Deray (La Piscine) ve Jean-Pierre Melville (Le Cercle Rouge) gibi ustaların sinemasından ilham alarak kurguladığım hayali bir yapım. Filmin yönetmeni olarak belirlediğim Jacques Melville, bu iki efsanevi sinemacının isimlerinin birleşiminden doğuyor. Başrollerde de telif haklarından dolayı Alain Delon ve Romy Schneider’i dahil edemeyeceğim için başka isimler kullandım, bir afiş de düşledim ve yarattım, o dönemin film posterlerinden esinlendim, bunların hepsi benim için eğlence tabii, müziği yapabilmem için bana çok ilham veriyor. Filmin tretmanını, sinopsisini, karakter tahlilini de yaptım, yazdım, sonra müziklere başladım. Le Soleil Noir Kasım’da çıkacak. Yaylıların çok olduğu, arada piyanonun da geçtiği, sinemada film noir türüne uygun bir müzik oldu, umarım beğenilir.

Müziğin yanısıra küratörlük yönünüz de var, bundan da bahsedebilir misiniz?
Estafurullah, aslında şöyle, benim Konya’da bir tecrübem oldu,Konya Obruk Kervansaray Müze Oteli yapıldı, oranın kreatif direktörüydüm. Oranın turizm tanıtım filmlerini de çektim. Bu işlerden sonra Aksaray’da bir tasavvuf müzesi projesi çıktı karşıma, bunları konuşmak için çok erken aslında, daha proje aşamasında ama şunları söyleyebilirim; içine dahil olacak olan yedi mutasavvıf seçildi, bu konuları işleyen bir müze içeriği oluşturmaya çalışıyoruz, çoğunlukla dijital ögeler var müzenin içinde, bir mekanda gezdiğiniz zaman artık geleneksel müze gezisi dışında çok boyutlu, çoklu duyusal deneyimler yaşamalarını da sağlayacak öğeler mümkün, mesela koku ile birlikte. Mesela Mesnevide geçen bitkilerin kokuları, minimal şekilde onları başka yerlere taşıyabilir. İhtişama kaçmadan ihtişam hissini uyandırmak çok zor, tasavvuf bunu yapar zaten, bu çalışmada ben de bunu yapmaya çalışıyorum, inşallah o günleri görürüz.
Filmci yönünüz de var, bunu da konuşabilir miyiz?
Film yapmama sebep olan çok sevdiğim bir arkadaşım aslında: Cemil Ağacıkoğlu. Çok başarılı bir fotoğrafçı ve yönetmen, yazar. O benim cep telefonuyla çektiklerimi gördü ve bir senaryo yazsana dedi. Hikaye yaz dedi ve yazdım bir haftada. Sercan Batur, çok sevdiğim arkadaşım filmde oynadı, yine çok sevdiğim bir ağabeyim Hüseyin Çelebi,o da kırmadı beni. Distopik bir hikaye yazmıştım. Mekanları ayarladım, kameraları Cemil sağladı, bunlar çok minimal ölçeklerde oldu, yıl 2017, 300-400 TL harcamıştım. Bütün iş, eldeki imkanlarla neler yapılabileceği aslında. Bu tarz bir film yapmak, tanıtım filmi çekmekten falan çok bambaşka bir iş tabii. Ben hikayeyi yazdıktan sonra çok sevdiğim filmlerin senaryolarını indirdim, filmleri izledim ve senaryo yazmanın mekaniğini öğrenmeye çalıştım. Çok çalışmakla oluyor bu iş. Bu film (The Run/Koşu) Cannes Film Festivali’ne gitti ve Dust isimli yabancı bir platforma sattım bu filmi, hala platformdaki tek Türk filmidir. Bunlar insanı motive eden şeyler çünkü buralarda herhangi bir tanıdığım yoktu, insanlar demek ki belli bir standartta iş yaptığıma inanmış ve buna hakkını vermek istemiş. Bunlar özgüven artırıcı şeyler. Film yapmak çok pahalı ve çok fazla insana bağlı, o yüzden devamı nasıl gelir bilmiyorum.

İstanbul’da bir film-noir çeksek nereleri kullanırdınız?
İstanbul’un büyüklüğünün, kalabalıklığının korkutucu bir yanı var. Koşmayı çok seviyorum, sabah 5-6, Boğaz, Haliç süt liman. Koşarken o saatte değişik insanlar görmek çok hoşuma gidiyor. Film-noir için – ki öyle bir senaryo yazdım – İstanbul’un sizi beslememesi mümkün değil. Siyah beyaz çekerim ve Sarayburnu tarafında olabilir belki. Sokakta tonlarca karakter var, görsele meraklıysanız hafızaya kayıtlı kalıyor. Ben gördüğüm her şeyi emen bir adamım, bunlar bir şeye dönüşebiliyor. Her tür film çekilebilir İstanbul’da. Manzara o kadar güçlü ki, bir kuşun havada süzülüşünü çekmek bile bu şehirde büyük keyif. Ama şehrin zorlukları da çok fazla.
Şu an Balat’tayız, burası size nasıl hissettiriyor?
Son on yılda keşfettiğim bir yer burası. Mimari açıdan tepeler çok ilginç. Levantenlerin yazlık evleri varmış, gezdim hep, zamanında buradaki burjuvazi izleri çok belirgin. Büyükada ile ilgili de benzer bir izlenim var bende. İstanbul’da rehber olmadan kaybolmak çok güzeldir. Hanlara girerim, hiç görmediğim yerleri keşfederim. Her gezide yeni bir şey farkedersiniz, bir filmi her izlediğinizde başka bir detayı fark etmek gibi, sürekli bir sürpriz. Balat ta böyle, çok özel bir yer.
Gençlere neler söylemek istersiniz?
Ben yaptığım işin en iyisini yapmak için gayret gösteriyorum ve en baştan öğreniyorum pek çok işi. Film montajı yapmayı öğrendim mesela The Run ile. Benim en büyük referansım kalbim. Kalbim bir şeye evet derse her konuda çalışırım. Vaktimiz dar, ölüp gideceğiz, olabildiğince çok şey öğrenip üretmek istiyorum. Hayallerimizi gerçekleştirebiliriz. Gençlerin Tiktok gibi yerlerde boş vakit geçirmelerine üzülüyorum. Gençlik bir enerji yumağıdır. Şu an yapmak isteyecekleri her şeyi yapabilecekleri imkanlar var. Doğru kullandıklarında her şeyi yapabilirler. Boş şeylerle uğraşılmasına çok üzülüyorum. Anlamlı şeyler yapmak çok değerli. İngilizceyi çok iyi öğrenmeliler, yapay zekayı çok iyi öğrenmeliler. Hayallerimizi gerçek kılabiliriz, bu imkanlar var, bu tadı ben aldım, alıyorum, herkesin almasını isterim.
The Run filmini izlemek için: